Onlar sadece bir sayı değillerdi!

 Onlar sadece bir sayı değillerdi! 

 

Bu yazımı dün yazacaktım lakin diz üstü bilgisayarım ‘‘artık beni bir sal!” dedi. O yüzden yuvaya gelince pc de yazmak zorunda kaldım. O da eskidi artık, anılar gibi, ruhlar gibi... 

 

Bir haftalık küçük bir geziye çıkmıştık. O yüzden yazamamanın huzursuzluğunu yaşadım. Gördüklerimi, gezi ile ilgili minik notları yazmalıydım. Yazı yazmak garip bir alışkanlık yazmayınca sanki bir şeyler eksik kalıyor. 

 

Evet, Anafartalar Zaferi’nin 105.yılını kutladığımız şu zamanlar da asıl “istikamet Çanakkale” diyerek, Eskişehir de başlayan İzmir de biten, denizi görüp de giremediğim, keyifli bir gezi bitti ve külkedisi gerçek yaşam döndü. 

 

Önce Eskişehir’den bahsetmek istiyorum. Porsuk Çayı şehrin ortasından salına salına bütün görkemiyle akıp gidiyor. 

 

Gezilesi, görülesi ve hatta yaşanabilesi bir yer. Öncelikle Belediye Başkanını canı gönülden kutlarım. 

 

Sadece bir Çay hep bu…  

 

Ancak öyle güzel kullanmışlar ki salına salına akan suyu bilemezsiniz. Kent sahil kasabası görüntüsün de sanki dört katlı evlerin arkasından engin denizi görecekmişsiniz hissini uyandırıyor size. Öyle güzel sistemi oturtmuşlar ki İnsanlar çok sakin, huzurlu, saygılı, korna sesini duymuyorsunuz. Hayat 10’dan sonra başlıyor. Merak ettim esnafa sordum “bayram diye mi böyle? ” dediğim de, delikanlı “hayır, bizim burada iş yerleri 10’dan sonra açılır. Bu saatte çalışanları görürsünüz, öğleden sonra yaşlılar, akşam da gençler çıkar sokağa, bizim buraları memur, öğrenci şehridir” dedi.  Ayrıca iş yerleri öyle geç saatlere kadar açık da değil. Salgın nedeniyle de bütün kurallara uyuyorlar ve hatta köpekleri bile sakin, hiçbir yerde pislik, çerçöp olmazken, köpek pisliği bile yok.  

 

Bünye alışık olmayınca bu ayrıntılar çok dikkatimi çekti. Şehrin sadece bir çayı var ve bunu bile turizmin ana kaynağı yapmayı becermişler. İnsanlar çay da bot ya da gondol (kayık) sefası yapmak için sabahtan sıradalar Belediyeye ciddi bir gelir getirdiği kesin. 

 

Bu güzellikleri, emeği görünce haliyle bir Adanalı olarak hem hayıflandım hem de çok kıskandım. Benim memleketimin denizi, dağı, tarihi, eşsiz mutfağı, deniz büyüklüğün de gölü, iki taraftan birleşen Seyhan, Ceyhan Nehri varken bu nimetlerden yararlanamama… 

 

Ve Türkiye’nin 5. ,Dünya’nın 8.Büyük kampusuna sahip Çukurova Üniversitem varken… 

 

Hala, diğer iller de taşra olarak anılmak, yüreğimi gerçekten biraz burktu. 

 

Galiba biz ne vekillerimizi, ne de belediye başkanlarımızı doğru seçmeyi becerebiliyoruz ya da öyle çok bal tutan parmağını yalar hikâyesinde gömülüyoruz ki adam kayırma, benmerkezcilik gözümüzü kara bir tül gibi kaplıyor.  

 

Sonra mı? 

 

Sonuç ortada, her gelen yönetim bir sonrasının borçlarını ödemeyle uğraşırken kazanç kapılarını bir bir kapatıyorlar.  

 

Yazık! Üzülüyorum bir Adanalı olarak… 

 

Ve ayrıca gittiğim ve daha öncede gördüğüm bütün şehir, ilçe, belde ne varsa, buralar da sadece kıytırık bir iki özelliği, nasıl devasa yaptıklarını da gördüm, o yüzden  Eskişehir bir örnekti. 

 

Anlayacağınız ne kentli olabildik ne köylü. Umarım bir gün birileri Çukurova’mın güzelliklerini fark edip koca koca binalar dışında da var olan zenginliğini fark eder. 

 

Bakın gördünüz mü? Yine ana konudan saptım. Adana deyince akan sular duruyor ve ne parmaklarım ne çenem susuyor. 

 

Asıl hedefimiz Çanakkale’ydi değil mi? 

 

Evet, Çanakkale… 

 

Görmeyenlerin illa ki görmesi gereken, havasın da denizin rahatlatan kokuyla kan kokusu karışmış, tarihin acılarını bizzat yaşamış şehir… 

 

Şehitliğe mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. Gidenler anlatırlardı orada yaşadıkları ruh hallerini, görmeyince anlattıkları tarih kitaplarında okuduğumuzdan öteye gitmezdi. 

 

Şehitlerimizi sayılardan ibaret görürdük. Falanca yerde iki bin şehit vermişiz,fişmanca yer de üç bin şehit… 

 

Tıpkı, şimdi koronadan ölen insanların sayısı gibi… 

 

Sadece sayı hepsi bu! 

 

Gidip  görünce, sadece saylardan ibaret olmadığını net görüyor ve hissediyorsunuz.İsimleri bilenen milyonlarca şehit varken, bölgede yürüdüğün her adım toprağın altın da isimsiz şehitlerin yattığını bilmek korkunç insanı hüzne boğuyor.Her şehitlikler de milyonlarca isim var,okumaktan yoruluyorsunuz ya da benim gibi isimlerden Adanalı arıyorsunuz ancak en çokta şehit veren Çanakkale ve yakın bölgeler. 

 

Tarih kitaplarından okuduğum “Allah’ın adamı” unvanını aldığımız Adana Bayır’ını görmeden biter miydi bu gezi? 

Bitmezdi elbet, denizden gelen düşmanları,iç tarafa gelmesinler diye canlarını veren Adanalı kuzular…. 

 

Ya müze… 

 

İşte orada iki kurşunun havada çarpıştığını gördüğünüz de ne çetin bir savaş olduğunu bir kez daha fark ediyorsunuz ya da kanı üzerin de kurumuş üniformalar… 

 

Ya… Asker üniforması kendinden büyük, yırtık çarıkları ve tüfeği kadar boyu olan en genç şehidimiz 


Ali… 

 

Bir garip vatan evladı… 

 

Ya, Seyit Onbaşı’nın taşıdığı kocaman mermi… 

 

Fotoğraflar da görüyordum ancak bu kadar büyük olduğunu gözümde canlandıramamıştım. Ancak gazi olduktan sonra üzüldüğüm, hayat hikâyesini okumuştum. Öyle onurlu bir vatan evladıymış ki o dönem de gazilik maaşını bile almamış.50 yaşında da köyün de akciğer hastalığından sessizce göçüp gitmiş. 

 

Ne, darbede “terlik fırlattık, masumlara işkence ettik, hatta tankın önüne yatık, sen gazi dedin. Ver! Maaşımızı” diye de baş kaldırmamış yönetime. Onuruyla köyüne gidip hayatına kaldığı yerden devam edip gariban bir şekilde genç yaşın da ölüp gitmiş. 

  

Bu, ana kuzuları vatanı için canlarını hiçe sayarken, yoksulluk, yokluk için de öleceklerini bile bile mücadele ederken… 

 

Ey! Yezitler, 

 

Ey! Kansızlar, 

 

Ey! Düşman tohumları. 

 

Benim ülkemi nasıl? Masa başların da parça parça peşkeş çektiniz, hiç mi? Vicdanınız sızlamadı… 

 

Yazıklar olsun! Bize, bunca şehit kanıyla sulanmış bu toprakları, kansızların eline bıraktık ve bırakmaya devam ediyoruz. 

 

Bütün bunlar Türk kimliğini geri kazanmak ve köleliği kabul etmeyişimizden olmadı mı? 

 

Bizlerin hangi ırktan geldiğimiz hiç önemli değil, biz kendimizi Türk hissediyorsak…  

                    

Artık, kendimize gelip atalarımızın ruhu için birbirimizle dövüşmeyi bırakıp, vatan topraklarına daha da gecikmeden sahip çıkmalıyız… 

 

Bu ülke bizim, bu toprakların her bir karışın da şehit kanı var ve başka yaşayacağımız vatan toprağı yok… 

 

Türk kimliğini de vatan topraklarının bütünlüğünü de korumak gelecek nesillerimiz için boyun borcumuzdur! 

 

Türk, Araplaşamaz ve köle olamaz… 

 

Onlar, sadece bir sayı değillerdi! Onlar, bu vatanı, vatan yapan birer ölümsüz kahramanlardı... 

 

Hepsi bizi affetsin, ruhları elbet bir gün huzura kavuşacak. 

 

Şimdilik her zaman olduğu gibi hoşça kalın, akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!  




Seray  LEVENT

ÖZGECAN ÇOCUK YUVASI ve KULÜBÜ

 1505647430754_IMG_1894.JPG 

0322.4582496-4583053

http://www.ozgecancocuk.com

http://www.facebook.com/ozgecancocuk


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dünün Ardından…

Neden Küpe Takarlar?

Hadi Yine İyiyiz…