ARTIK AKVARYUMUN SUYUNU İYİLEŞTİRMEK LAZIM…

ARTIK AKVARYUMUN SUYUNU İYİLEŞTİRMEK LAZIM…

İnsanları ‘‘sevgi’’ dili ile yönetmek yerine; insanlara ‘‘korku’’ dili ile hüküm sürmenin korkunç sonuçlarına günümüzde her şekilde tanık oluyoruz.
Korku kültüründe hiçbir şekilde ‘‘sevgiye’’ yer yoktur. Oysa sevginin dili ‘‘güçlü’’ve ‘‘sihirli’’dir.
Korku ve sevgi karşıttır. Gece ve gündüz gibi..
Korku, insanların kafasına ‘‘intikam’’ düşüncesini yerleştirir. Yoğunlaşan korku, korkulan ‘‘gücün’’ olmadığı ilk fırsatta doğal olarak ‘‘intikam’’ almayı dayatır. Çünkü korku; güvensizlik demek, şiddet demek ve ‘‘fırsatçılık’’ demektir.
Korku kültüründe iki eşit insan yoktur. Korku kültürü yaşamda ‘‘gücü’’ esas alır. Korku kültüründe hayatta en önemli şey güçtür. Dolayısıyla güçlülerin üstünlüğü vardır. Doğan Cüceloğlu’ nun değimiyle : ‘‘Bir toplumda korku kültürü egemense insan, insan olma sürecini tamamlayamaz. Çünkü orada ne gerçeğe koşulsuz ‘‘saygı’’ vardır; ne de ‘‘can’’ önemsenir.’’
İnsanoğlunun korkuttuklarının yanında olmasını ve sevmesini beklemek yaman bir çelişkidir. Çünkü korku dost değil; düşman oluşturur. Korkunun maskesi altında ve güçlünün sopasının gölgesinde ‘‘sevgi’’ sahtedir; bağlılığı geçici ve aldatıcıdır. Ancak korkudan arınmış ‘‘sevgi’’,bağlılığı kalıcı ve sürekli kılabilir.
Korku kültüründen geldiğimiz için birey, baba, işveren ve devlet olarak kendimizi kabul ettirmeyi sözümüzü dinletmeyi, saygın olmayı, tartışılmaz güç olarak var olmayı; baskı ve korkuya başvurmakla sağlamamız, beklenmedik büyük hüsranlarla karşılaşmamız demektir.
Bir baba, evladı için saygın olmayı evladına sürekli şiddet ve korku uygulamakla sağlaması evladının nezdinde saygın olmayacağı gibi, zamanla güçlünün kaçınılmaz değişmesiyle korkutanın da değişmesi demektir.
Yani korkutmak güçlünün rolü olunca; korkutanın evlat korkanın da baba olması demektir. Çünkü böylesi bir ilişkinin ruhunda karşılıklı ‘‘saygı’’ ve ‘‘sevgi’’ yoktur. Böylesi bir ilişkide saygın olmak; sevgiye dayalı olmayınca güçlü olanın hükmü geçer mantığı, öğrenilmiş bir reflekse döner.
Korku kültüründe işverenler de çalışanlarını tehdit edip, korkutarak kaliteliliği ve verimliliği arttıracaklarını sanırlar. Oysa işveren sürekli işyerinde bulunamayacağına göre, korkunun da olmayacağı demektir. Böylesi bir durumda iş temposu düşeceği gibi, üretilen ürüne zarar vermek de olasıdır.
İnsanlar Allah’ın gazabıyla korkutulur. Buna rağmen özellikle inancı yoğun olan Ülkeler de kötülük, fenalık kol gezer.
Çünkü korkuya dayalı her türlü ‘‘bağlılık’’ ve ‘‘saygınlık’’ sevgiden değil; mecburiyettendir. Sevgiden yoksun bir bağlılık kalıcı olmadığı gibi; başa beladır da. Hatta patlamaya hazır; ama patlama zamanı meçhul bir bomba gibidir.
Kim kendisini döveni ve korkutanı sever ki…
Çok iyi bilinmelidir ki korkunun gücüne güvenmek, korkuya başvurmak kısacası; korkutmak, korkunun tuzağına düşmek demektir. Çünkü insanlara şiddet uygulayarak susturmak, sindirerek yanında tutmaya çalışmak ve insanları korkuya esir tutmak büyük bir ‘‘korkaklık’’ ve zavallılıktır.
Allah sevgisi yerine, kendi korkularını empoze eden yönetimlerin, insanların ve güçlerin korku ve baskıları er-geç ters tepmesi kadar doğal ne olabilir ki? Yüce Allah’ın ‘‘adaleti’’ de zaten bunu gerektiriyor…
İnsanları ‘‘ruhen’’ ve ‘‘kalben’’ yanımızda tutmak yerine; ‘‘korku’’ ve ‘‘baskı’’ ile ‘‘şeklen’’ yanımızda görünmesini sağladığımız insanların ‘‘düşman’’ olmaları kaçınılmazdır.
Sinan Çetin’in kâğıt filminde vurgulandığı gibi: ‘‘Her baskı kendi isyancısını doğurur.’’
0-7 yaş arasında çocuklar müthiş bir mücadele verir. Var olma mücadelesi veren çocuk ‘‘yemeyeceğim’’ diye direnir, anne ‘‘hayır açacaksın’’ diyerek kızar ve zorla tehditle çocuğa yemeğini yedirir. Çocuk ‘‘üşümüyorum’’ der anne ‘‘hayır sen anlamazsın üşüyorsun’’ diyerek zorla çocuğa hırka giydirir.
Bu işkenceyi düşünebiliyor musunuz?
Bir insan yaşamının temelini oluşturan 0-7 yaş arası aslında vatandaş olabilme mücadelesidir de. Biz bu mücadeleyi, Korku kültürünü hayata geçirerek çocukta vatandaş olma bilinci yok ediyoruz.
Genel olarak çocuğa verilen önemli mesaj ‘‘ sen küçüksün bilmezsin, büyükler bilir sen kimsin ki! ’’  bu genel mesaj, yerleşince ‘‘ben kimim ki otorite daha iyi bilir’’ İnancına dönüşür.
Korku kültürün özü budur,  öyle olunca yaşam tamamıyla gerçeğin araştırılması değil bireylerin,  grupların, cemaatlerin birbirinden daha güçlü olma mücadelesine dönüşür
Aslında Korku Kültürünün hâkim olduğu bir toplumun suyu hastadır.
‘‘Adamın birinin Japon balığı varmış. Adamcağız balığına gözü gibi bakar onu akvaryumda izlemekten mutlu olurmuş. Gel zaman git zaman balıkçık yüzerken yan yatmaya başlamış. Bunu üzerine adamcağız Deniz Bilimcisi bir arkadaşına balığı götürmüş. Arkadaşı bakmış incelemiş sonra,
Önce iyi haberi mi? yoksa kötü haberi mi? vereyim demiş. Adam, iyi haberi önce duymak istemiş. İyi haber balığın hasta olmadığıymış. Kötü haberi akvaryum suyunun hasta olduğuymuş. Adam şaşırmış hiç su hasta olur mu diye sormuş? Deniz Bilimci arkadaşı;‘‘evet olur, su iyi oksijen almamış bundan dolayı bir bakteri girmiş ve bu bakteri balığının sinir sistemini böyle etkilemiş’’. Bunun üzerine adam ne yapması gerektiğini sormuş, Deniz Bilimcisi arkadaşı; ‘‘balığın suyunu değiştireceksin bir de pompasını değiştireceksin’’.Su değişince, pompa sistemi değişince gerçekten balık iyileşmiş sonra yine şahane biçimde dalga dalga gitmeye devam etmiş.’’
Peki, bizim akvaryum suyumuzu kim iyileştirecek?
Artık korkarak, korkutarak daha da kirletip hasta ettiğimiz toplum dediğimiz akvaryumun suyunu değiştirme zamanı gelmedi mi?
Eğer balığımızın yan yatmasını istemiyorsak acilen… Akvaryum suyunu iyileştirmek zorundayız… Bunu da korku zihniyetinden sıyrılıp özgür iradeye sahip gençler yetiştirerek yapabiliriz.
Her zaman olduğu gibi hoşça kalın, akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışın!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Neden Küpe Takarlar?

Bekâret Kemeri

İyi ve Kötünün Felsefesi Nedir?